Akıl tutulması diye bir durum var. Bu durumu pek sık yaşıyoruz. Düne ait neyimiz varsa unutuyor, her sabah sil baştan başlıyoruz hayata. Sonra akşam oluyor, yine aynı pişmanlık ve sonraki sabaha yine aynı inançla girebilme düşü. Bu döngünün bir sonu yok; çünkü bu bir kısırdöngü.
Dün kavramı biraz felsefi olabilir, biraz coğrafyayla ilgili, biraz da şiirin konusu olabilir. Bence dün tamamen insanla ilgili, insani bir kavramdır. Kavramlarımıza sahip çıkalım, dünümüzü unutmayalım.
Unutmak, insanla anlamlıdır. Zira bir balığa, bir timsaha ya da uçan kuşa dünle ilgili sorular sorulmayacak. İnsanla birlikte değer kazanıyor unutmak değeri. Kabullenmek gerekir ki unutmak da bizim bir değerimizdir. Unutmak, her ne kadar masum ve insancıl bir eylem olarak görülse bile esasında unutmamak değeriyle anlamlıdır. Her şeyin zıddıyla kaim oluşunu hatırdan çıkartmayalım.
İnsan yaşayan tarihin içinden geçip giden anlamlı bir oluştur. Raylarının üzerinden geçip giden trenler gibi. O trenler nasıl ki geçtiği köy ve kasabalara bir anlam katıyorsa insan da yaşadığı çağa kesinlikle bir anlam katmaktadır.
Peki, bu nasıl olacaktır? Mankurtlaşarak geçmişimizi unutarak bunu başaramayız. Her anne baba, çocuklarına inandığı değerleri miras bırakmadan bunun bir düş olarak kalacağını bilmeliyiz. Öyleyse yolcularını almadan boş vagonlarıyla geçip giden trenler gibi olursak, yaşadığımız yerlere nasıl anlam katacağız?
Anlatmaya çalıştığım meselelerin ortaya konmasında ve çözümünde iki şey söylenebilir. Öncelikle çok okumak, sonrası ise okuduğunu yaşamak. Hayatımızda tatbik etmediğimiz bilginin bize ne faydası olacaktır, ya da ailesine bırakacağı en değerli mirasın para değil de solmayan güzellik değerinin hayatımızın ve inancımızın bütününü oluşturduğunu unutursak sonumuz ne olacaktır?
Bu soruları her zaman cebimizde; cevaplarını da gömleğin üst cebinde taşımalıyız.
Bazen bir meselenin kıyısında gezintiye çıkarsınız. Şöyle düşünün; deniz kenarına gezintiye çıktınız, muradınız denize girmek değil. Sosyal hayatta da birçok mesele böyledir. Sizi düşünmeye davet eder bazı durumlar. Düşünelim ki kendimize gelelim. Düşüp taşınmadan kendimize kavuşmadan nerede hata yaptığımızı anlayamayacağız.
Nesir ya da şiir doktor reçetesi değildir. Okuyucunun bizzat kendisinin bir kuyuya düşmesi ve kuyudan kendi imkânlarıyla çıkması gerekmektedir ki okuyucu okuduğu bir romandan zevk alabilsin. Edebiyatın reçetesi bu çerçevede değerlendirilmelidir. Ama bir doktor reçetesinde kısa yoldan çözüm vardır ve hasta orada kendini hiç yormamaktadır. Öyleyse hiç yorulmadan nasıl mutlu olacağız?
Dinamik bir yapı, statik bir varlık olan insanı içine almaktadır. Durağan, hareketsiz (statik) kaldıkça ne olduğunu bilmediğimiz bir yapı insanı sıkmaya ve yapının değerleri içinde öğütmeye başlayacaktır. Eğer bu öğütme işi çok eskilerde başlamışsa artık bir kurtuluştan ne yazık ki bahsedemeyeceğiz.
Hepiniz izlemişsinizdir. “Testere” filminde insanlar, iğrenç bir odada rezil bir duyguyla sınanmaktadır. Mağdurun tek kurtuluşu katilin olay yerine bıraktığı testere ile ayağını keserek kaçışıdır. İlk başta berbat bir fikir gibi görülse de kurtuluş için testerenin yardımına ihtiyaç vardır.
Modern dünyada modern insanın da bundan pek farkı yoktur. Etrafımızda inanmadığımız ve değerlerimizle yüzde bir milyon zıt fikirler cirit atmakta; hatta o düşünceler bizzat ruhumuzu sarmış durumdadır. Ona rağmen öğretilmiş çaresizlikle her gün binlerce kez sınanıyoruz.
Bu yazı, satır aralarında da mesajını verdiğim üzere reçeteyi direkt sunmaktan imtina etmekte; reçeteyi sunmayı bir kolaylık olarak düşünmekte ve insanların yaşadığı değerleri yaşantılarıyla yaşanılabilir bir hale sokmayı öncelemeyi tavsiye etmektedir.
Bilgisayar tuşlarındaki harflere dokunmak kolay olanı. Gömleğimizin üst cebinde taşıdığımız soruların cevaplarını, yaşayarak bulmaya başlayalım.